Bilim ve Din

Bilim ve Din

6 Aralık 2020 Pazar

Beynimizdeki Hatıralar “Parmak İzleri” mizi Oluşturuyor

 

İnsan beyninin engin mimarisi ve yapısı her ne kadar evrensel olsa da; yeni yapılan bir araştırma, insan beyinleri arasında nasıl farklılıklar olduğunu gözler önüne seriyor… Araştırma; insanların yeniden zihinlerinde canlandırdıkları sıradan senaryoların onların beyin aktivitelerinde nasıl gözlemlenebileceğini ve miktarını  gösteriyor. Bu kendine özgü nörolojik işaretler, Alzheimer hastalığı gibi hastalıkları anlamada, onların üzerinde çalışmada ve tedavi etmede kullanılabilir.  

Feng (Vankee) Lin, Ph.D., R.N.; "İnsanlar aynı türden olayları hayal ettiklerinde, her kişi onu farklı hayal eder çünkü herkesin farklı deneyimleri vardır. Araştırmamız; günlük yaşama ait karmaşık bilginin şifresini çözebildiğimizi ve her kişinin hatırladığı deneyime özgün olan nöral “parmak izlerini” tanımlayabildiğimizi ispat edebilmek” şeklinde konuştu. Dr. Lin; ABD, New York’taki Rochester Üniversitesi Nörobilim Enstitüsü’nde doçent doktor ve Nature Communications dergisinde yayınlanan çalışmanın tezinin de yardımcı yazarı.

Çalışmada araştırmacılar 26 katılımcıdan araba kullanma, düğüne katılma ve dışarıda restoranda yemek yeme gibi sıradan senaryoları hatırlamalarını istediler. Senaryolar kapsamlıydı, böylelikle her katılımcı onu farklı bir şekilde yeniden zihninde canlandırıyordu. Örneğin araştırmacılar gönüllülerden dans etmeyle ilgili bir olayı canlı bir biçimde hatırlamalarını ve tasvir etmelerini istediklerinde, bir kişi dans resitaline katılan kızını izlediğini hatırlarken bir diğeri ise kendini Bar Mitzva (Yahudi dinine göre on üç yaşını dolduran her erkek çocuk dinin gereklerini yerine getirecek olgunluğa erişmiştir) töreninde dans ederken hatırladı.

Katılımcının sözlü tanımlamaları, sözlerin anlamını tahmin eden ve tanımlamanın içeriğinin sayısal tasarımını oluşturan bilgisayımsal (computational) sözel model tarafından eşlendi. Deneklerden hatırladıkları deneyimle ilgili görüşlerini sınıflandırmaları istendi. Örneğin; o deneyim ses, renk, hareket ve farklı duygularla ne kadar ilgiliydi?

Çalışmanın denekleri daha sonra fonksiyonel MR (fMRI)  makinesine bağlandı ve onlardan deneyimi yeniden hayal etmeleri istendi. Araştırmacılar da beynin hangi bölgelerinin aktif hale geldiğini ölçtüler. Fonksiyonel MR verisi ve deneğin sözlü tanımlamaları ve sınıflandırmalarını kullanarak, araştırmacılar kişinin o deneyimle ilişkili beyin aktivite modellerini ayırabildiler.  Örneğin, eğer katılımcı senaryoda kırmızı ışıkta araba kullanmayı hayal ettiyse beyninin hareket ve renkle ilişkili olan o bölgeleri aktif hale geldi. Araştırmacılar, bu veriden yola çıkarak her katılımcının beyninin fonksiyonel modelini onların nörolojik aktivitelerinin özgün işaretini, imzasını (signature) kullanarak oluşturdu. 

Araştırmanın yazarları, bu çalışmanın beynimizin nasıl bir ağla bağlı olduğunu daha iyi anlamamızı sağladığını belirtiyorlar. Araştırmacılar buna ilaveten, belirledikleri birçok anahtar bölgenin bizler yaşlandıkça fonksiyonunun azaldığına ve Alzheimer gibi dejeneratif hastalıklara eğilimli olduğuna işaret ediyorlar. Bulgular; bunama (demans), şizofreni ve depresyon gibi düzensiz hafıza kayıplarıyla ilişkili hastalıkları teşhis etmede ve onların üzerinde çalışmada yardımcı olabilir. Bunların sonucunda da, kişiye özel tedaviler geliştirilebilir ve hangi terapilerin daha etkili olabileceği tahmin edilebilir.

https://www.sciencedaily.com/releases/2020/11/201120132624.htm’den alıntı yapılarak çevrilmiştir.

Çeviren: Esin Tezer

 

 


6 Kasım 2020 Cuma

İnsan Beyni Kelimeleri Anlamak İçin Doğuştan Özel Bağlantılara Sahiptir

 

Yeni yapılan bir araştırma; insanların daha doğuştan kelimeleri ve harfleri anlamalarını, okumalarını kolaylaştıran bağlantılara sahip bir beyin bölgesiyle dünyaya geldiğini ileri sürüyor…

Araştırmacılar, beynin “Görsel Kelime Oluşturma Alanı (VWFA)” diye adlandırılan bölgesinin beynin lisan ağıyla bağlantılı olduğunu keşfettiler. Yeni doğmuş bebeklerin hayret verici beyin taramaları bunu ispatladı!

Ohio Eyalet Üniversitesi’ndeki Psikoloji Departmanı’nda öğretim üyesi olan ve bu tezin başyazarı Zeynep Saygın şunları söyledi: "Bu durum daha hiçbir lisan bilmeden dahi görsel kelimeleri öğrenmedeki hassasiyeti oluşturuyor.”

Görsel Kelime Oluşturma Alanı, beynin sadece kişilerin okuryazar olması için özelleşmiş bir bölgesidir. Bazı araştırmacılar Görsel Kelime Oluşturma Alanı’nın yüzleri, olayları veya diğer objeleri görmeye hassas olan görsel korteksin diğer kısımlarından farklı olmadığını ve çocuklar okumayı veya lisanı öğrendikçe kelimeler ve harflere karşı seçici olduğunu ileri sürüyorlar. Saygın, sözlerine şöyle devam etti: "Bunun doğru olmadığını keşfettik. Görsel Kelime Oluşturma Alanı’nın doğuştan beynin lisan ağına diğer beyin bölgelerinden daha fonksiyonel olarak bağlantılı olduğunu bulduk. Bu, hayret verici bir buluş!”

Ohio Eyalet Üniversitesi Kronik Beyin Hasar Programı’nın fakülte üyesi olan Saygın, bu çalışmayı Ohio Eyalet Üniversitesi Psikoloji Departmanı’nda olan ihtisas öğrencileri Jin Li, Heather Hansen ve öğretim üyesi David Osher’la birlikte yaptı. Çalışmanın sonuçları bugün Scientific Reports adlı dergide yayınlandı.

Araştırmacılar; Gelişen İnsan Konektomu (Beynin içerdiği tüm nöronları ve sinir yollarını gösteren diyagram) Projesi’nde yer alan bir haftalıktan küçük, 40 yeni doğmuş bebeğin fMRI taramalarını analiz ettiler. Bu taramalarla birlikte ayrı olarak İnsan Konektomu Projesi’ne katılan 40 yetişkinin beyin taramasını karşılaştırdılar.

Zeynep Saygın, sözlerine şöyle devam etti: “Görsel Kelime Oluşturma Alanı, yüzleri işlemden geçiren görsel korteksin diğer kısmına bitişiktir ve ilk başlarda yeni doğmuş bebeklerde beynin bu kısmının farklı olmadığına inanmak akla yatkındı. Fakat araştırmacılar yeni doğmuş bebeklerde bile Görsel Kelime Oluşturma Alanı’nın, beynin lisanı işlemden geçirme kısmına olan fonksiyonel bağlantısından ötürü yüzleri hatırlayan görsel korteksten farklı olduğunu keşfettiler. Görsel Kelime Oluşturma Alanı, biz kelimelere maruz kalmadan önce bile kelimelerin farkına varmamız için uzmanlaşmıştır!”

Çalışmada, yeni doğmuş bebeklerin ve yetişkinlerin Görsel Kelime Oluşturma Alanı’nda bazı farklılıklar olduğu da keşfedildi.

Saygın, sözlerini şöyle tamamladı: "Bulgularımız, bebekler olgunlaştıkça Görsel Kelime Oluşturma Alanı’nda düzenlemeye ihtiyaç duyulduğunu ileri sürüyor. Konuşma ve yazma lisanıyla olan deneyim, beyindeki lisan devresinin belirli özellikleriyle bağlantıları güçlendirecek ve daha sonra da bu bölgenin fonksiyonunu yakınındaki bölgelerden farklılaştıracaktır. Bunun sonucunda da kişi okuryazar hale gelir."

Saygın’ın Ohio Eyalet Üniversitesi’ndeki laboratuarı, Görsel Kelime Oluşturma Alanı’nın çocuklar okuma yazmayı öğrenmeden önce ne yaptığını ve bölgenin hangi görsel özelliğe sahip olduğunu öğrenmek için şimdilerde 3-4 yaş çocuklarının beyinlerini tarama yapıyor. Saygın, amaçlarının beynin nasıl okuyan beyin haline geldiğini öğrenmek olduğunu söyledi. Bu da, araştırmacıların disleksi (okuma yazma öğrenme güçlüğü) ve diğer gelişim bozuklukları üzerinde yaptıkları çalışmalarda yararlı olabilir.       

Çeviren: Esin Tezer

https://www.sciencedaily.com/releases/2020/10/201022125525.htm’den alıntı yapılarak çevrilmiştir.

 


15 Ekim 2020 Perşembe

Beynimiz Duygularımızı Ve Aklımızı Nasıl Dengeliyor?

 


JNeurosci dergisinde yayınlanan, maymunlar üzerinde yapılan yeni bir bilimsel çalışmaya göre "32.nci Bölge" olarak adlandırılan beynin Anteriyor Singulat Korteks Bölgesi duygularımızı ve aklımızı dengelememize yardımcı oluyor. Beynin bu bölgesi, bilişsel ve duygusal beyin bölgelerindeki bilgiyi biraraya getirerek duygusal dengeyi sağlıyor.

Depresyon gibi olan ruh hali bozukluklarında duygusal denge ortadan kalkar. Kontrol edilemeyen negatif duygular ve ruhsal çöküntü başlar. Aslına bakılırsa, depresyonlu olan kişilerin beyinlerinde de duygusal davranışları açığa çıkaran  "25.nci Bölge" diye adlandırılan kısım aktiftir. 

Beyinde sağlıklı bir duygusal düzenin olması için Dorsolateral Prefrontal Korteks, yani DLPFC ve 25.nci Bölge, yani Singulat Korteks'in devamlı  iletişim halinde olması gereklidir. Bu bölgeler birbirleriyle zayıf iletişimde bulunurlarsa, başka bir bölge aracı olarak araya girer.

Araştırmada; primat maymunlarda 25.nci Bölge, DLPFC ve araya giren aracı 32.nci Bölge arasındaki bağlantıları görüntülemek için çiftyönlü nöron izleyicileri kullanıldı. DLPFC, en güçlü inhibitör (engelleyici) nöronların bulunduğu 32.nci Bölge'nin en derin katmanlarına bağlandı. 32. Bölge, 25.nci Bölge'nin güçlü aktivite düzenleyicisi olarak onun her katmanına bağlanabiliyor. 

Sağlıklı beyinlerde, 32.nci Bölge'ye gönderilen DLPFC sinyalleri 25.nci Bölge'deki aktiviteyi dengelemek içindir. Bu durum duygusal dengenin oluşumuna müsaade eder. Fakat depresyon ânındaki DLPFC'nin sessizliği, 25.nci Bölge'deki aktivitenin çok olmasına ve kontrol dışı duygusal süreçlere  neden olur.

Çeviren: Esin Tezer
https://www.sciencedaily.com/releases/2020/09/200928133155.htm’den çevrilmiştir.

9 Eylül 2020 Çarşamba

DMT ve Epifiz Bezi Hakkındaki Yeni Gerçekler

 

Beynin merkezinde minik çam kozalağı şeklinde organ olan Epifiz bezi, yıllardır gizemini korumaktadır. Bazıları onun mistik güçlere sahip olduğunu düşünerek onu "Ruhun Koltuğu" veya "Üçüncü Göz" olarak da adlandırıyorlar. Bazıları da onun hayal gördüren (psikedelik) "ruh molekülü" diye adlandırılan DMT (Dimethyltyriptamine)  hormonunun salgılanmasından sorumlu olduğunu söylüyorlar. Epifiz Bezi'nin daha pratik fonksiyonları da var: Melatonin hormonunu salgılaması ve vücudun biyolojik saatini (Sirkadiyen Ritimleri) düzenlemesi gibi. DMT ve Epifiz Bezi arasındaki bağlantı hâlâ gizemini koruyor gözüküyor.

Soru: Epifiz Bezi Gerçekten de DMT'yi Salgılıyor mu?

Yanıt: Fareler üzerinde yapılan araştırmalarda, farelerin Epifiz Bezleri üzerinde bir miktar DMT'ye rastlandı. Fakat insanlar üzerinde buna rastlanmadı. Ayrıca Epifiz Bezi'nin DMT'nin kaynağı olduğu da doğru değil. Yakın zamanda yapılan güvenilir kaynaklı hayvanlar üzerindeki araştırmalara göre, Epifiz Bezi yok edilen farelerin beyinlerinin başka bölgelerinde de DMT salgılandığına rastlandı.


Soru: Epifiz Bezi'ni Nasıl Aktif Hale Getirebilirim?
Yanıt: Bunun olması neredeyse olanaksız. Bazı insanlar Epifiz Bezi yeterli seviyede DMT’yi salgılarsa Epifiz Bezi’nin aktif hale geleceğine, bunun sonucunda da bilinç seviyenizin değişeceğine veya farkındalığınızın artıp Üçüncü Göz’ünüzün açılacağına inanıyorlar. Yoga, meditasyon, vitamin takviyesi, detoks veya vücudu arındırmak, kristaller kullanmak gibi şeyler gerçeklerden ziyade hikâyelere dayanan türden şeyler. Bunların Epifiz Bezi’ni DMT salgılaması için uyardığına dair hiçbir kanıt bulunmamakta. Buna ilaveten, fareler üzerindeki çalışmalara göre Epifiz Bezi’nin içgörü, algı veya başka bir şeyi değiştiren psikoaktif etkilere yol açan yeterli DMT’yi salgılayamadığı ispatlandı. Epifiz Bezi’miz gerçekten de çok minik. 0,2 gramdan bile daha az ağırlığa sahip. Herhangi bir psikedelik etki için hızlı bir şekilde 25 miligramlık DMT’yi salgılaması gerekiyor. Bez zaten her gün 30 miligramlık melatonin hormonunu salgılıyor. DMT, vücudunuzdaki Monoamin Oksidaz (MAO) tarafından hızlı bir şekilde parçalanır, böylelikle beyninizde birikmemiş olur. Bu metodların zihinsel ya da fiziksel sağlığınıza elbette faydası vardır. Fakat DMT’nin salgılanmasını arttırmak için Epifiz Bezi’ni aktif hale getirmenin sağlığınıza bir faydası yoktur.

Soru: DMT vücudumda başka hangi yerde bulunmuştur?

Yanıt: DMT’nin bulunduğu tek yer Epifiz Bezi değildir. Hayvanlar üzerindeki araştırmalara göre, DMT’nin salgılanması için gerekli olan INMT adlı enzimin akciğerler, kalp, böbreküstü bezleri, pankreas, lenf bezleri, omurilik, plasenta, tiroid’de de bulunduğu keşfedildi.

Soru: DMT, biz doğarken salgılanmaz mı? DMT’nin doğduğumuzda ve öldüğümüzde salgılanması nasıl?

Yanıt: DMT üzerine çalışmaları olan Dr. Rick Strassman, Epifiz Bezi’nin doğum anımızda, ölüm anımızda ve ölümden birkaç saat önce yüksek miktarda DMT salgıladığını ileri sürmüştür. Fakat bunun gerçek olduğuna dair tam kesin kanıt yoktur. Yoğun stresin olduğu ölüme yakın zamanlarda endorfin ve diğer kimyasalların yüksek seviyede salgılandığına dair kanıt vardır. Bunların da insanların “halüsinasyonlar” olarak bildirdiği beyin aktivitesi ve psikoaktif etkilerden sorumlu olması daha muhtemel gözükmektedir.        

https://www.healthline.com/health/pineal-gland-dmt ‘den alıntı yapılarak çevrilmiştir.

Çeviren: Esin Tezer


11 Ağustos 2020 Salı

“Küçük Beyin” Serebellum, o kadar da küçük değil!

 Latin tercümesindeki gibi bazen “ Küçük Beyin” diye adlandırılan Serebellum (Beyincik),  beyin sapına yakın bir yerdedir ve arka beyindeki korteksin altına bağlıdır. Amerika Birleşik Devletleri, Kaliforniya’daki San Diego Eyalet Üniversitesi’nde (SDSU’da) yeni yapılan bir araştırmaya göre ise Serebellum, sanılanın aksine hiç de küçük değil!

Serebellum, çok fonksiyonludur. Acı duymamız, hareketlerimiz, düşünce ve duygularımız da dahil olmak üzere 5 duyumuzu idare eder.

Serebellum; Serebral Korteks’in hacminin sekizde biri kadar olup, krepon kâğıdı kadar kalınlıkta olan düz bir kâğıdın yüzlerce kat büzüşmüş hali gibidir. Bu sebeple, Serebellum’un kapladığı yüzeyin Serebral Korteks’ten çok daha küçük olduğu düşünülmüştür.

Bir SDSU Nöroimajlama uzmanı beyni taramak ve beyin imajlarını işlemden geçirmek için yüksek alan 9.4 Tesla MRI makinesini kullanarak, sıkıca katlanmış katmanların aslında Serebral Korteks’in yüzeyinin yüzde 80’ine denk geldiğini keşfetti. Buna karşın, makak maymununun Serebellum’u ise Serebral Korteks’inin büyüklüğünün sadece yüzde 30’u kadardır.

SDSU’da Psikoloji Profesörü, Bilişsel Nörobilim adamı ve SDSU MRI İmajlama Merkezi Direktörü olan Martin Sereno, "Serebellum’un geniş bir alanı kaplaması, insana özel davranışların ve idrak etmenin evrimini belirtir. O kadar genişlemiş ki, katlanan modelleri çok karmaşık” şeklinde konuştu.

Eşi benzeri görülmemiş kavrayışlar

Sereno; Birleşik Krallık, Hollanda ve Kanada’dan imajlama ve Serebellum uzmanlarıyla işbirliği yaptı. Onlarla birlikte, SDSU’dayken çalışma arkadaşlarıyla geliştirdiği Serebellum’un katlanan yüzeyini hesaplayıp yeniden düzenleyen açık kaynak “FreeSurfer” adlı yazılımı kullandı. Yazılım, Serebellar Korteks’i açıp, düzleştirip ince bir yaprakmış gibi görüntülüyor.

Beyindeki görsel haritaları fonksiyonel MRI’ la imajlamada beyin imajlama öncüsü olan Sereno, Serebellum tamamen açıldığında tuhaf bir bürümcük oluşturduğunu ve bunun da dört inç genişliğinde ve 3 fit uzunluğunda olduğunu keşfetti.

Sereno, sözlerini şöyle tamamladı: "Serebellum’u haritalandırmayla, gelecek on yılın ilginç yeni sınırını oluşturulacak!"

Çeviren: Esin Tezer

https://www.sciencedaily.com/releases/2020/07/200731135558.htm ‘den alıntı yapılarak çevrilmiştir.

 


22 Haziran 2020 Pazartesi

UZUN YAŞAMIN SIRLARI



Yeni Zelanda’daki Otago Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, yaptıkları yeni bir araştırmayla uzun yaşamın sırlarını keşfettiler. Araştırmada, Yeni Zelanda’da 100 yaş ve üzeri olan insanlar arasında yaygın olan sigara içmeme ve sosyalleşmenin uzun yaşamın sırları arasında olduğu gözler önüne serildi.
Otago Üniversitesi’nde Doçent ve Yaşlı insanlar Danışman Psikiyatristi olan Yoram Barak, sonuçların insanların yaşlanma sürecini kontrol altına alabileceğini gösterdiğini söyledi. Barak, şöyle konuştu: “Sigara içmemeyi seçmek ve sosyal iletişimde kalmak bir kişinin başarılı bir yaşlanma süreci için yapabileceği en iyi şeydir.” 
Barak’ın ekibinde olan çalışma arkadaşları Psikolojik Tıp Departmanı’ndan Profesör Paul Glue, Genel Tıp ve Kırsal Sağlık Departmanı’ndan Dr. Sharon Leitch, Dr. Barak’la birlikte çok yaşlı olup sağlıklı olmayla ilişkili faktörleri incelediler. Barak sözlerine şöyle devam etti: “Bu araştırmanın sonuçlarına dayanarak insanlara tavsiyelerde bulunup, onların sağlıklı bir şekilde yaşlanmalarına yardımcı olabiliriz.”  
Araştırmacılar; diyabet, depresyon, bunama ve hipertansiyon gibi kronik rahatsızlığı olmayan 292 tane 100 yaş ve üzeri insanda incelemeler yaptılar. 60 yaş ve üzeri 103.377 insanda da araştırmalar yapıldı. Tüm bu insanlar kendi evlerinde yaşayan insanlardı; huzurevinde yaşayan insanlar değillerdi.
Sonuçlar, katılımcıların kendi yaş grubunda sosyal aktivitelere katılan insanlar olduğunu da kanıtladı.
Araştırmada, yaş arttıkça depresyon ve diyabet oranlarının azaldığının ve bunama oranının da 80 yaştan sonra azaldığı görüldü. 60 ila 100 yaş arasında ise hipertansiyon oranları yüzde 30 civarı arttı. 
Egzersiz yapmanın sağlığa iyi geldiği ve yaşam süresini arttırdığına ilişkin kanıtlar var. Bu çalışmada, pek çok katılımcı yaptıkları fiziksel aktivitede de birbirine benzer profile sahipti. Araştırmada, fiziksel aktivitelerin süresi veya yoğunluğunun yaşlanma üzerindeki etkileriyle ilgili yeterli bilgi sağlanmadı fakat katılımcılar arasında en çok fiziksel aktiviteye sahip olan grup en düşük bunama riskine sahipti.
2011 yılı itibariyle Yeni Zelanda’da 400 ila 500, 100 yaş ve üzeri yaşayan kişi var. Bunlardan 40 kişiden azı 105 yaşına kadar yaşayacak. Araştırmada, röportaj yapılan kişilerin ortalama yaşı 101’di.
100 yaş ve üzeri insanların yüzde 75’i kadınlardı ve her yaş grubundaki kadınlar yukarıda belirtilen kronik hastalıklara sahip değillerdi.
Doçent Barak sözlerini şöyle tamamladı: "Kadınlar daha uzun umulan yaşam süresine sahipler, dolayısıyla da 100 yaş ve üzeri yaşayan insanlar üzerindeki araştırmalarda onlardan daha çok vardı. Fakat kadınların bu avantajını söyledikten sonra şunu da belirtmeliyim ki; 100 yaşına erişmiş olan erkeklerde de kronik hastalıklara rastlamadık.”
Bu çalışma, Yeni Zelanda’daki 100 yaş ve üzeri insanların diğer ülkelerde 100 yaş ve üzeri yaşadığı bildirilen insanlardan daha az kronik hastalığa sahip olduğunu da ispatlamış oldu.
Profesör Barak, 100 yaş ve üzeri olan insanlardaki mükemmel sağlık ve uzun yaşamanın biyopsikososyal modelinin henüz belirsiz olduğunu açıkladı. Genetik faktörler, coğrafik konumlar ve yaşam stili özellikleri ise sağlıklı uzun yaşamanın sırlarını ifşa etmek için bu araştırmada kullanıldı.
Çeviren: Esin Tezer


30 Mayıs 2020 Cumartesi

Korku, Genetik mi?


Yeni belirlenen genomik bölge; endişe dahil, beyin gelişimi ve fonksiyonuyla alakalı pek çok geni de içeriyor. İleri analiz, korkuyla bağlantılı yeni nöral mekanizmaları gözler önüne serebilir…    
Araştırma, Finlandiya’daki Helsinki Üniversitesi’nde araştırmacı olan Profesör Hannes Lohi’nin araştırma grubu tarafından gerçekleştirildi. Araştırmada 120 Danua cinsi köpekten (Danimarka cinsi köpekten) toplanan veri kullanıldı. Çalışmanın sonuçları,Translational Psychiatry dergisinde yayınlandı. Danua cinsi köpek, dünyadaki en büyük köpek ırkıdır.
Helsinki Üniversitesi’nde doktora tezi yapan Riika Sarviaho, konuyla ilgili şöyle konuştu: "Korku, doğal ve yaşamsal bir reaksiyondur fakat aşırı korku rahatsız edici olabilir ve davranışsal rahatsızlıklara yol açabilir. Özellikle büyük köpeklerin durumunda, korku dolu olmak bayağı sorun yaratan bir şeydir. Çünkü böyle durumlarda köpeği kontrol altına almanız daha da güçleşir.”
Araştırmayı yürüten Profesör Lohi, çalışmanın amacını şöyle açıkladı: "Yakın zamanda yapılan çalışmalar, köpekgillere özgü endişenin ve korku dolu olmanın insanlardaki endişe bozukluklarına benzediğini ileri sürüyor. Aslına bakılırsa köpeklerdeki korku dolu olma halini araştırmak, insanların endişe rahatsızlıklarını daha fazla aydınlatabilir ve insan genetik alt yapısını daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.”
Korku dolu olmaya neden olan yeni genomik bölgenin keşfi 
Çalışmada köpek sahiplerine köpekleriyle ilgili sorular sorulup anket yapıldı. Katılımcıların sorulara köpeklerinin korku şiddetine yanıt vermeleri istendi. Genetik araştırmayla korku dolu olmaya ilişkin genomik bölgenin kromozom 11’de olduğu belirlendi. Profesör Lohi sözlerine şöyle devam etti: "Değişik bir risk tanımlanmasa bile genomik bölge ilginçti! Bu bölgeye endişe de dahil, yakın zamanda çeşitli çalışma modellerinde gördüğümüz nöral gelişim ve fonksiyonla ilişkili bazı genler de dahildi. Örneğin, MAPK9 geni beyin gelişimi ve sinaptik plastisite ile bağlantılı olduğu kadar endişeyle de bağlantılıdır. RACK1 geni ise yalnız nöral gelişimle bağlantılıdır ve N4BP3 geni ise nörolojik hastalıklarla bağlantılıdır.”
Lohi'nin araştırma grubu, yakın zamanda köpekgillerin korku ve sese hassasiyet duymasıyla bağlantılı iki genetik bölgeyi tanımladı. Genetik araştırma bulguları, korku dolu olma ve endişenin kalıtsal özellikler olduğu varsayımını destekliyor.  
Çeviren: Esin Tezer

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Koronavirüs (COVID-19) Hastalığından Ölüm Oranında D Vitamini Seviyesi Önemli Bir Rol Oynuyor


Araştırmacılar, 10 ülkeden gelen hasta verilerini analiz ettiler. Araştırma ekibi, düşük D vitamini seviyesi ve hiperaktif bağışıklık sistemi arasında bir korelasyon olduğunu keşfetti. D vitamini, kalıtsal bağışıklığı güçlendiriyor ve aşırı faaliyet gösteren bağışıklık tepkilerini önlüyor. Bu buluş; çocukların neden Koronavirüs (COVID-19) hastalığından daha az etkilendiği de dahil, pek çok gizemi çözmeye yarayabilir…
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Evanston, Illinois’da bulunan Northwestern Üniversitesi’nde yürütülen yeni bir araştırmada, araştırma ekibi Çin, Fransa, Almanya, İtalya, İran, Güney Kore, İspanya, İsviçre, İngiltere Birleşik Krallığı ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki hastaneler ve kliniklerden gelen istatistik veri analizini yürüttü.
Araştırmacılar; İtalya, İspanya ve İngiltere Birleşik Krallığı gibi COVID-19 hastalığında ölüm oranı yüksek ülkelerin hastalarının, hastalıktan daha az etkilenen ülkelerin hastalarına nazaran D vitamini seviyelerinin daha düşük olduğunu fark ettiler. Araştırmacılar; genel olarak konuştuklarını, bilhassa D vitamini düşük seviyede olan kişilerin D vitamini takviyesi almaları gerektiği konusunda uyarı yaptıklarını belirttiler.    
Araştırmayı yürüten Northwestern Üniversitesi’nde Profesör olan Vadim Backman,  "D vitamini eksikliğinin ölüm oranında önemli bir rol oynadığını insanların bilmesi önemli. Fakat D vitamini kullanması için herkese de baskı yapamayız. Bunun için daha fazla araştırma yapmaya ihtiyacımız var ve umarım araştırmamız bu alanı da kapsar. Elimizdeki veriler ölüm oranı (mortalite) mekanizmasına da ışık tutabilir, bu da ispatlanırsa yeni tedavi edici hedeflere bizi yöneltebilir” şeklinde konuştu.
Vadim Backman, Nortwestern Üniversitesi’ndeki McCormick Mühendislik Okulu’nun Biyomedikal Mühendislik bölümünün “Walter Dill Scott Profesörü” ünvanına sahip profesörü. Profesör Backman’ın laboratuarında çalışan ve araştırma tezinin yazarı olan Ali Daneshkhah ise doktora sonrası araştırma öğretim üyesi.
Backman ve ekibi, ülkeden ülkeye değişen COVID-19 ölümlülük oranları arasındaki açıklanamayan farklılıkları fark ettikten sonra D vitamini seviyelerini incelemeye başladılar. Bazı kişiler bu farklılıkların sağlık hizmeti kalitesinden, nüfustaki yaş dağılımından, koronavirüsün farklı belirtilerinden veya test etme oranlarından olabileceğini ileri sürdüler. Fakat Backman durumun böyle olduğuna inanmadı. Backman, sözlerine şöyle devam etti: ”Bu faktörlerin hiçbiri önemli bir rol oynamıyor. Kuzey İtalya’daki sağlık hizmeti sistemi, dünyadaki sağlık hizmeti sistemlerinin en iyilerinden bir tanesidir.  Aynı yaş grubuna baktığınızda bile ölüm oranında farklılıklar var. Test etmedeki kurallar farklılık gösterse bile, birbirine benzer test etme oranının olduğu ülkeler veya nüfuslara baktığımızda hâlâ ölüm oranında farklılıklar görüyoruz. Bunların yerine biz, D vitamini eksikliğiyle bu hastalık arasında önemli ölçüde bir korelasyon olduğuna inanıyoruz.
Backman ve ekibi; dünya üzerinde halka açık hasta verisini analiz ederek D vitamini seviyeleri ve “Sitokin Fırtınası (Aşırı faal bağışıklık sisteminin yol açtığı hiperinflamatuar durumu)”, ölüm oranı ve D vitamini eksikliği arasında korelasyon olduğunu keşfetti. Araştırma tezinin yazarı Daneshkhah,” Sitokin Fırtınası ciğerlere çok büyük zararlar verir, akut solunum güçlüğü sendromuna ve ölüme yol açar. COVID-19 hastası olan insanların büyük çoğunluğunu bunun öldürdüğünü düşünüyoruz. Virüsün ciğerlere zarar vermesinden değil, bundan dolayı ölüyorlar. Bu, bağışıklık sisteminden gelen yanlış yönlendirilmiş ateşin komplikasyonlarıdır” diye konuştu. Backman, D vitamininin burada önemli rol oynadığına inanıyor. D vitamini bağışıklık sistemimizi güçlendirmekle kalmıyor, bağışıklık sistemimizin tehlikeli şekilde aşırı faaliyet göstermesini de önlüyor. Backman, “Analizimiz ölüm oranını yarıya indirebileceğimizi gösterdi. Hastanın virüsü kapmasını belki önleyemeyiz ama komplikasyonları azaltabiliriz ve hastalığı kapmış olan kişilerdeki ölümü önleyebiliriz. Bu korelasyon COVID-19’la ilgili pek çok gizemi açıklıyor, çocukların neden bu hastalıktan daha az etkilendiğini de. Çocuklardaki bağışıklık sistemi bizimki gibi değildir. Onlardaki bağışıklık sistemi ikinci basamak savunma sistemidir ve aşırı tepki gösterir.
Backman, sözlerini şöyle bitirdi: “İnsanlar D vitaminini aşırı dozda almamalılar. Bu, negatif yan etkilere yol açabilir. COVID-19 hastalığına iyi gelen dozu söylemek zor. Bulduğumuz bu korelasyon, yaygın bir şekilde D vitamini eksikliği olan Afrikalı Amerikalılar ve yaşlı hastalara da yardımcı olabilir.            
Araştırmayı yöneten Profesör Backman, aynı zamanda Northwestern Üniversitesi’nin Fiziksel Genom Bilimi ve Mühendisliği yöneticisi, aynı üniversitedeki Robert H.Lurie  kapsamlı Kanser Merkezi Araştırma Teknolojisi ve altyapı tesislerinin de yardımcı yöneticisidir.
Çeviren: Esin Tezer


4 Mayıs 2020 Pazartesi

Mutlu Bir Annenin Beyniyle Bebeğinin Beyni Uyum İçinde Oluyor


Anneler ve bebeklerinin beyinleri birbirleriyle etkileşim halinde olduklarından, beyin dalgaları senkronize olarak  “mega bir ağ” gibi birlikte çalışıyorlar! Beyin dalgalarının bağlantı seviyesi annenin ruh haline göre değişiyor. Anneler daha pozitif duygular içinde davrandıkları zaman, bebeklerinin beyinleriyle daha güçlü bir şekilde bağlantı halinde oluyorlar. Bu da, bebeğin öğrenmesine ve beyninin gelişmesine yardımcı oluyor...
NeuroImage adlı bilimsel bir dergide yayınlanan bir araştırmaya göre, annelerin ve onların bebeklerinin beyin sinyalleri birbirleriyle etkileşim halindeyken “Çift EEG (Dual EEG)” diye adlandırılan bir teknikle ölçüldü. Araştırmada, annelerin ve bebeklerin beyin dalgalarının “Kişilerarası nöral bağlantı” denilen etkiyle bebek alfa dalgası aralığı olan 6 ila 9 hertz frekans aralığında senkronize oldukları keşfedildi. Araştırmacılar “Ağ analizi” diye adlandırılan matematiksel metodu kullanarak, kişilerarası nöral bağlantının kalitesi ve yapısına bakarak her bir beyinden bilginin nasıl aktığını ve her iki beynin de birlikte bir ağ olarak nasıl çalıştığını gördüler.
Anneler ve bebekleri, beyinlerinin bağlantıda olduğu pozitif duygusal halde beraber daha fazla zaman geçirme eğilimindedirler. Araştırma, çok göz kontağının olduğu pozitif bir etkileşimin anne ve bebek beyninin tek bir sistem gibi çalışma yeteneğini arttırdığını ispatladı. Bu sonuç da, anne ve bebek arasındaki etkin paylaşımı savunuyor. 
Araştırmayı yürüten İngiltere Cambridge Üniversitesi Psikoloji Departmanı’ndan Dr. Vicky Leong, "Daha önceki araştırmamızda anneler ve bebekleri arasındaki nöral bağlantı güçlü olduğunda bebeklerin de daha alıcı olduklarını ve annelerinden öğrenmeye hazır olduklarını keşfetmiştik. Hayatın bu döneminde bebek beyni son derece değişime açıktır ve bu değişimler bebeğin deneyimleriyle gerçekleşirler. Anne-babalar sosyal etkileşimlerinde pozitif duygusal ses tonunu kullanarak bebekleriyle daha iyi bağlantıda olabilirler ve bebeğin zihinsel kapasitesinin gelişimini arttırabilirler” şeklinde konuştu.
Araştırma sonuçları, bunalımlı annelerin bebeklerinin anne ve bebek arasındaki nöral bağlantı zayıflamış olduğu için daha az öğrendiklerini de ispatladı. Klinik depresyondan (Majör depresif bozukluk) dolayı sürekli ruh hali iyi olmayan veya negatif zihinsel durumdaki anneler bebekleriyle daha az etkileşim halinde bulunmaya meyilliler. Konuşmaları kendilerini bulundukları ruhsal durumdan daha iyi gösteren bir ses tonuyla oluyor, daha az göz kontağında bulunuyorlar ve bebekleri onların dikkatini yakalamaya çalıştığında onlara daha az yanıt veriyorlar.
Dr. Leong sözlerine şöyle tamamladı: "Duygularımız, beyinlerimizin başkalarıyla paylaştığı bilginin şeklini değiştirir. Pozitif duygular, bizlerin daha etkin bir şekilde iletişim kurmasına yardımcı olur. Depresyon, anne ve babanın bebekleriyle ilişki kurma yeteneğini güçlü bir şekilde negatif olarak etkiler. Normalde bağlantı kurmayı geliştiren sosyal işaretler çocuğa daha az görünür olduğundan, çocuk da onu geliştirmesi gereken en iyi bilgiyi almamış olur.”
Erken yaşlardaki anne-babalar ve çocuklar arasındaki duygusal iletişim çok önemlidir fakat bu durumun nöral temelleri hakkında az şey bilinmektedir. Bu çalışma, iki birbiriyle bağlantılı bireyin, yani bebeklerin anneleriyle kişilerarası nöral aktivitelerinin  sosyal etkileşimlerindeki duygusal kaliteden nasıl etkilendiğini araştıran ilk beyin imajlama çalışmasıydı.
Sosyal etkinin bir türü olarak insanlar diğer insanlarla ruh hallerini paylaşırlar. Bu araştırma, iki bireyin nöral seviyede duygularının bağlantıyı nasıl değiştirdiğini gösterdi. Araştırmacılar, bulgularının evli çiftler, yakın arkadaşlar ve kardeşler de dahil pek çok diğer güçlü bağ için de geçerli olduğunu söylüyorlar. Etkinin gücü, insanların birbirini nasıl tanıdığına ve aralarındaki güven seviyesine göre değişiyor.
Çeviren: Esin Tezer

18 Nisan 2020 Cumartesi

Dua Etmenin Pozitif Gücü



Dindar toplumlarda insanlar birbirlerine sıklıkla şöyle derler: “Sana dua edeceğim” veya şöyle sorarlar:” Sana ne için dua etmemi istersin?” Fakat dindar olmayan toplumlarda da dindarlar, Tanrı’ya iman ettikleri için ve sağlık gibi kişisel meselelerine bile mucizevi bir gücün ilahi bir şekilde müdahale ettiğine inandıkları için sert eleştiriler işitirler!       
Ben, şunu keşfettim: Bilim Tanrı’nın varlığını kanıtlamakta zorlansa da, bilimsel araştırmalar dua etmenin işe yaradığını gösteriyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde okuduğum bilgi kaynakları, Tanrı var olsa da olmasa da dua etmenin unsurlarının tüm dinlerde, geleneklerde ve âdetlerde evrensel geçerliliğe sahip olduğunu söylüyor. Dua etmenin fizyoloji üzerine yararlı etkileri de var.
Dua etmek; [Budizm’de meditasyon yapmak veya Yoga’daki konsantrasyon ve nefes alma tekniklerini yapmak dua etmek gibidir] kişinin zihin, ruh ve fiziksel hallerini uyumlu hale getiren, kortizol hormonu seviyelerini düşüren, oksijen kullanımını arttıran ve psikolojik yararlar sağlayan beden ve zihindeki odak noktasına odaklanılmasına sebep olur.  
Klinik Araştırma Uzmanı ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Dr.Marilyn Schlitz, Ph.D., şöyle diyor: “Epidemiyoloji (Salgın hastalıkları inceleyen bilim) verisindeki korelasyonlu çalışmalardan apaçık gözüküyor ki; dini ibadetler, başka  maneviyat uygulamaları ve sağlık sonuçları arasında pozitif bir ilişki var.” Schlitz, sözlerine şöyle devam ediyor: “Yaptığımız bir araştırmada ve dua edilerek yapılan teyit araştırmasında dua etme gruplarının test sonuçlarında dikkate değer bir iyileşme sağladıklarını, klinik araştırmayla uyumlu olduklarını kanıtladık.”
Heritage Foundation’daki (Kuruluşu’ndaki) araştırmacılar şöyle söylüyorlar: “Dinin zihinsel sağlık aracılığıyla fiziksel sağlığa, sosyal destek artışına, sağlıklı davranışlara olan etkisinin mantıklı nedenlerini bulduk. Bunların hepsi fiziksel sağlığı etkiliyor. Dua etmek fayda sağlıyor! Gerçekten de işe yarıyor! Aslına bakarsanız, bugün 101 tıp okulu 1995’ten beri 17 müfredatına hasta maneviyatı programını ilave etti. Bu gerçek, bu prensiplerin tıp eğitimiyle birleştirildiğini ortaya koyuyor…”
Araştırmacılar Tanrı’nın dualara yanıt vermesi fikrine itiraz edip yanlış olduğunu kanıtlamaya çalışsalar da; pek çokları dua etmenin insanların yaşamında yarar sağladığını inkâr edemiyor. Vice dergisinden Shayla Love ise şöyle konuşuyor: “Dua etmek ve meditasyon yapmak hem bedene hem de zihne son derece yararlı olabilir!”
Çeviren: Esin Tezer


30 Mart 2020 Pazartesi

COVID-19 Hastalığı İçin Ve Diğer Hastalıklar İçin Yeni Tedavi Yöntemleri Geliştiriliyor



COVID-19 hastalığına yol açan SARS-CoV-2 virüsü, daha fazla kişiden kişiye geçen (transmisibl) bir virüs fakat kendine benzeyen SARS-CoV virüsünden daha düşük bir ölüm oranına sahip. Amerikan Mikrobiyoloji Toplumu Dergisi’nde bu hafta bu araştırmayla ilgili “Antimikrobik İlaçlar ve Kemoterapi” adlı derleme bir makale yayınlandı.

Koronavirüs, insanlarda çoğunlukla solunum yolu enfeksiyonlarına yol açıyor. SARS-CoV-2 virüsü taşıyan kişilerde hastalık enfeksiyon sonrası 2 ila 14 gün arası belirtisiz (semptomsuz) seyredebiliyor ve bazı kişiler de hastalığın belirtileri görülmeden virüsü geçirebiliyorlar.

Şu ana kadar COVID-19 hastalığını tedavi etmede en iyi bileşim Antivirüs (Antiviral) ve Remdesivir ilaçlar oldu. Bu bileşim, bu sıralar Ebola virüsü enfeksiyonlarını tedavi etmek için de klinik denemelerde kullanılıyor.

Remdesivir; MERS-CoV hastalığı enfeksiyonunun insan olmayan primat modeli üzerinde yakın zamanda test edildi. Aşılamadan (İnokülasyondan) 24 saat sonra yapılan hastalıktan koruyucu (Profilaktik) tedavi, MERS- CoV hastalığının kliniksel hastalığa yol açmasını önledi ve ciğer yaralarını (lezyonlarını) önleyerek ciğer dokularında virüslü çoğalmaya (replikasyona) engel oldu. Tedavinin virüsün aşılanmasından sonraki başlangıç 12 saati benzer bir şekilde etkili oldu.

Remdesivir; koronavirüsünün birçok çeşidinde etkili bir ilaç oldu. Ebola virüsünün kliniksel denemelerinde güvenli bir şekilde test edildi. Böylece, SARS-CoV-2 virüsünün üzerinde yapılan kliniksel denemelere ayrılan zamanı da aza indirmiş oldu.

Her şeye rağmen, SARS-CoV-2 virüsünün mekaniğini daha iyi anlamak için üzerinde daha fazla araştırma yapılması gerekiyor. Örneğin insan veya hayvan fark etmeden hücrelere giriş yapan SARS-CoV-2 virüsünün, insandaki ACE2 reseptörüyle nasıl etkileşimde bulunduğunu anlamak; bu virüsün hayvanlar ve insanlar arasındaki tür bariyerini nasıl ortadan kaldırdığını gözler önüne serecektir. Bunun sonucu olarak da yeni Antivirüs ilaçları tasarlanacaktır.

Koronavirüs; yarasalar üzerinde yaygın olarak görülse de, rapora göre bugüne kadar salgının direkt olarak hayvandan geçtiğinin bilgisi kesinleşmemiştir. Araştırmacılar rapora şöyle yazdılar: "Şu andaki salgını durdurmak ve gelecekteki insan SARS-kaynaklı koronavirüs salgınlarını önlemek için salgına neden olan canlı türlerini belirlemek son derece önemlidir!"

Çeviren: Esin Tezer

https://www.sciencedaily.com/releases/2020/03/200326124159.htm’den çevrilmiştir.

12 Mart 2020 Perşembe

Alzheimer Hastalığı'na Çare Bulundu


Beyin, vücut enerjisinin büyük miktarını kendisi kullanır. Beynin düzgün çalışması için nöronlar ve onu çevreleyen hücreler, bilhassa da astrositler (Beyin ve Omurilik'te bulunan yıldız şeklindeki glial hücre türü) işbirliği halinde olmalıdırlar. Alzheimer hastalığının erken evresi; bu enerji metabolizmasının azalması olarak nitelendiriliyor fakat şu ana kadar bu azalmanın Alzheimer hastalığının idraksal semptomlarıyla direkt olarak bağlantılı olup olmadığını bilmiyorduk. 
  
Alzheimer hastalığının fare modeli üzerinde yapılan ortak bir çalışma, astrositler tarafından kullanılan glukoz kullanımındaki azalmanın L-serine (Sentetik Amino Asit)  üretimini azalttığını ispatladı. Bu Amino Asit, bu beyin hücreleri tarafından üretiliyor ve hastalarda onun biyosentez yolu bozulmuş oluyor. L-serine; beyin fonksiyonu ve hafızanın oluşturulması için gerekli olan, NMDA reseptörlerini uyaran D-serine'in başlangıç kimyasalıdır (prekürsördür). Dolayısıyla daha az L-serine üretildiğinde ise astrositler; nöronal plastisite ve onunla ilişkili hafıza kapasitelerinde tahribat yapan reseptörlerdeki aktivitenin azalmasına sebep oluyorlar. Bilim adamları, farelerdeki hafıza fonksiyonlarının L-serine besin takviyesi yapıldığında onarıldığını kanıtladılar! 
  
L-serine'in bellek bozukluklarındaki rolünün ve L-serine besin takviyesinin deneysel faydasının tespit edilmesiyle; Alzheimer hastalığının ve Parkinson, Huntington gibi metabolizmayı zayıflatan diğer hastalıkların erken semptomlarıyla mücadele etmek için tıbbi tedavide  yeni stratejiler geliştirilebilir. L-serine besin takviyesi olarak mevcut olduğu için, bu bileşim insanlar üzerinde kliniksel deneyler aracılığıyla dikkatli bir biçimde test edilebilir. 

Çeviren: Esin Tezer
https://www.sciencedaily.com/releases/2020/03/200303113357.htm'den alıntı yapılarak çevrilmiştir.

21 Şubat 2020 Cuma

Bilinç İnsan Beyninin Neresinde?


İnsanlar üzerinde yapılan EEG ve fMRI araştırmaları dahil, yakın zamanda yapılan tüm araştırmalar beyindeki Parietal Korteks ve Talamus gibi bazı bölgelerin bilinçle ilgili olduğunu ileri sürüyor. ABD, Madison'daki Wisconsin Üniversitesi'nde Asistan Profesör olan Kıdemli Yazar Yuri Saalmann konuyla ilgili şunları söyledi: "Bir seferde tek bir beyin bölgesini kaydetmek yerine, birçok beyin bölgesini kaydederek klasik yaklaşımın dışına çıkmaya karar verdik. Böylece tüm beyin ağının nasıl davrandığını görmüş olduk."

Araştırmacılar, araştırmalarında hayvan modeli olarak makak maymunlarını kullandılar. Bilim adamları; hayvanların uyanık ve uyku halleri üzerinde çalışarak, onlara anestezi vererek beynin bilinçle ilişkili olan bölgesini net bir şekilde görebildiler. Diğer çalışmalarda bu bölgeyi bu kadar net belirleyememişlerdi. Araştırmacılar, daha önceki araştırmalarında  bilinçle ilişkili olduğu ileri sürülen bazı beyin bölgelerini de elediler.Sonunda ön beynin içerisinde olduğu keşfedilen Santral Lateral Talamus üzerine odaklandılar. 

Araştırmacılar; bu bölgenin tam yerini saptar saptamaz bölgeyi 50 Hz frekansla stimüle ederek (uyararak), hayvanlar anestezili haldeyken Santral Lateral Talamus aktive edildiğinde ne olacağını test ettiler. Saalmann, "Bu minnacık beyin bölgesi stimüle edildiğinde hayvanları uyandırabildik ve uyanık haldelerken kortekste görebildiğimiz nöral aktiviteyi yeniden sağlayabildik. Sanki uyanıkmış gibi davrandılar. Stimülasyonu kestiğimizde ise yeniden bilinçsiz hallerine döndüler" dedi. Uyanıklık testlerinden bir tanesi de onların tuhaf işitsel stimülasyona verdikleri nöral yanıtlardı. Sıradan seslerle bip sesleri birbirine karıştırılmıştı. Saalmann, sözlerini şöyle tamamladı: '' Elektrotlarımız çok farklı bir dizayna sahip. Stimüle etmek istediğimiz beyin yapısının biçimine daha uygun hale getirilmiş durumdalar. Sağlıklı, normal beyin sisteminde görülen elektriksel aktiviteyi daha yakından taklit edebiliyorlar."     

Madison'daki Wisconsin Üniversitesi Psikoloji Departmanı'nda Master öğrencisi olan, bu tezin yazarı Michelle Redinbaugh, "Bu araştırmanın her şeyden önemli olan amacı bilinç  bozukluğu yaşayan insanların daha iyi bir sağlığa kavuşmasına yardımcı olmaktı.  Buna da,  bilinç için gerekli veya yeterli olan minimum mekanizmayı anlamaya çalışarak başlayabiliriz. Böylelikle beynin doğru kısmı kliniksel olarak hedef gösterilebilir. Bu araştırma için pek çok heyecan verici olası sonuçlar var. Beyni derinlemesine stimüle eden bu tür elektrotları komadaki insanları komadan çıkarmak için de kullanabiliriz. Bulgularımız, kliniksel anestezi uygulanmış hastaların güvenli bir şekilde bilinçsiz halde olduklarını izlemede yeni yolları geliştirmek için de kullanılabilir" şeklinde konuştu.  

Çeviren: Esin Tezer
https://www.sciencedaily.com/releases/2020/02/200212111440.htm'den alıntı yapılarak çevrilmiştir.