Bilim ve Din

Bilim ve Din

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Korku, Genetik mi?


Yeni belirlenen genomik bölge; endişe dahil, beyin gelişimi ve fonksiyonuyla alakalı pek çok geni de içeriyor. İleri analiz, korkuyla bağlantılı yeni nöral mekanizmaları gözler önüne serebilir…    
Araştırma, Finlandiya’daki Helsinki Üniversitesi’nde araştırmacı olan Profesör Hannes Lohi’nin araştırma grubu tarafından gerçekleştirildi. Araştırmada 120 Danua cinsi köpekten (Danimarka cinsi köpekten) toplanan veri kullanıldı. Çalışmanın sonuçları,Translational Psychiatry dergisinde yayınlandı. Danua cinsi köpek, dünyadaki en büyük köpek ırkıdır.
Helsinki Üniversitesi’nde doktora tezi yapan Riika Sarviaho, konuyla ilgili şöyle konuştu: "Korku, doğal ve yaşamsal bir reaksiyondur fakat aşırı korku rahatsız edici olabilir ve davranışsal rahatsızlıklara yol açabilir. Özellikle büyük köpeklerin durumunda, korku dolu olmak bayağı sorun yaratan bir şeydir. Çünkü böyle durumlarda köpeği kontrol altına almanız daha da güçleşir.”
Araştırmayı yürüten Profesör Lohi, çalışmanın amacını şöyle açıkladı: "Yakın zamanda yapılan çalışmalar, köpekgillere özgü endişenin ve korku dolu olmanın insanlardaki endişe bozukluklarına benzediğini ileri sürüyor. Aslına bakılırsa köpeklerdeki korku dolu olma halini araştırmak, insanların endişe rahatsızlıklarını daha fazla aydınlatabilir ve insan genetik alt yapısını daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.”
Korku dolu olmaya neden olan yeni genomik bölgenin keşfi 
Çalışmada köpek sahiplerine köpekleriyle ilgili sorular sorulup anket yapıldı. Katılımcıların sorulara köpeklerinin korku şiddetine yanıt vermeleri istendi. Genetik araştırmayla korku dolu olmaya ilişkin genomik bölgenin kromozom 11’de olduğu belirlendi. Profesör Lohi sözlerine şöyle devam etti: "Değişik bir risk tanımlanmasa bile genomik bölge ilginçti! Bu bölgeye endişe de dahil, yakın zamanda çeşitli çalışma modellerinde gördüğümüz nöral gelişim ve fonksiyonla ilişkili bazı genler de dahildi. Örneğin, MAPK9 geni beyin gelişimi ve sinaptik plastisite ile bağlantılı olduğu kadar endişeyle de bağlantılıdır. RACK1 geni ise yalnız nöral gelişimle bağlantılıdır ve N4BP3 geni ise nörolojik hastalıklarla bağlantılıdır.”
Lohi'nin araştırma grubu, yakın zamanda köpekgillerin korku ve sese hassasiyet duymasıyla bağlantılı iki genetik bölgeyi tanımladı. Genetik araştırma bulguları, korku dolu olma ve endişenin kalıtsal özellikler olduğu varsayımını destekliyor.  
Çeviren: Esin Tezer

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Koronavirüs (COVID-19) Hastalığından Ölüm Oranında D Vitamini Seviyesi Önemli Bir Rol Oynuyor


Araştırmacılar, 10 ülkeden gelen hasta verilerini analiz ettiler. Araştırma ekibi, düşük D vitamini seviyesi ve hiperaktif bağışıklık sistemi arasında bir korelasyon olduğunu keşfetti. D vitamini, kalıtsal bağışıklığı güçlendiriyor ve aşırı faaliyet gösteren bağışıklık tepkilerini önlüyor. Bu buluş; çocukların neden Koronavirüs (COVID-19) hastalığından daha az etkilendiği de dahil, pek çok gizemi çözmeye yarayabilir…
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Evanston, Illinois’da bulunan Northwestern Üniversitesi’nde yürütülen yeni bir araştırmada, araştırma ekibi Çin, Fransa, Almanya, İtalya, İran, Güney Kore, İspanya, İsviçre, İngiltere Birleşik Krallığı ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki hastaneler ve kliniklerden gelen istatistik veri analizini yürüttü.
Araştırmacılar; İtalya, İspanya ve İngiltere Birleşik Krallığı gibi COVID-19 hastalığında ölüm oranı yüksek ülkelerin hastalarının, hastalıktan daha az etkilenen ülkelerin hastalarına nazaran D vitamini seviyelerinin daha düşük olduğunu fark ettiler. Araştırmacılar; genel olarak konuştuklarını, bilhassa D vitamini düşük seviyede olan kişilerin D vitamini takviyesi almaları gerektiği konusunda uyarı yaptıklarını belirttiler.    
Araştırmayı yürüten Northwestern Üniversitesi’nde Profesör olan Vadim Backman,  "D vitamini eksikliğinin ölüm oranında önemli bir rol oynadığını insanların bilmesi önemli. Fakat D vitamini kullanması için herkese de baskı yapamayız. Bunun için daha fazla araştırma yapmaya ihtiyacımız var ve umarım araştırmamız bu alanı da kapsar. Elimizdeki veriler ölüm oranı (mortalite) mekanizmasına da ışık tutabilir, bu da ispatlanırsa yeni tedavi edici hedeflere bizi yöneltebilir” şeklinde konuştu.
Vadim Backman, Nortwestern Üniversitesi’ndeki McCormick Mühendislik Okulu’nun Biyomedikal Mühendislik bölümünün “Walter Dill Scott Profesörü” ünvanına sahip profesörü. Profesör Backman’ın laboratuarında çalışan ve araştırma tezinin yazarı olan Ali Daneshkhah ise doktora sonrası araştırma öğretim üyesi.
Backman ve ekibi, ülkeden ülkeye değişen COVID-19 ölümlülük oranları arasındaki açıklanamayan farklılıkları fark ettikten sonra D vitamini seviyelerini incelemeye başladılar. Bazı kişiler bu farklılıkların sağlık hizmeti kalitesinden, nüfustaki yaş dağılımından, koronavirüsün farklı belirtilerinden veya test etme oranlarından olabileceğini ileri sürdüler. Fakat Backman durumun böyle olduğuna inanmadı. Backman, sözlerine şöyle devam etti: ”Bu faktörlerin hiçbiri önemli bir rol oynamıyor. Kuzey İtalya’daki sağlık hizmeti sistemi, dünyadaki sağlık hizmeti sistemlerinin en iyilerinden bir tanesidir.  Aynı yaş grubuna baktığınızda bile ölüm oranında farklılıklar var. Test etmedeki kurallar farklılık gösterse bile, birbirine benzer test etme oranının olduğu ülkeler veya nüfuslara baktığımızda hâlâ ölüm oranında farklılıklar görüyoruz. Bunların yerine biz, D vitamini eksikliğiyle bu hastalık arasında önemli ölçüde bir korelasyon olduğuna inanıyoruz.
Backman ve ekibi; dünya üzerinde halka açık hasta verisini analiz ederek D vitamini seviyeleri ve “Sitokin Fırtınası (Aşırı faal bağışıklık sisteminin yol açtığı hiperinflamatuar durumu)”, ölüm oranı ve D vitamini eksikliği arasında korelasyon olduğunu keşfetti. Araştırma tezinin yazarı Daneshkhah,” Sitokin Fırtınası ciğerlere çok büyük zararlar verir, akut solunum güçlüğü sendromuna ve ölüme yol açar. COVID-19 hastası olan insanların büyük çoğunluğunu bunun öldürdüğünü düşünüyoruz. Virüsün ciğerlere zarar vermesinden değil, bundan dolayı ölüyorlar. Bu, bağışıklık sisteminden gelen yanlış yönlendirilmiş ateşin komplikasyonlarıdır” diye konuştu. Backman, D vitamininin burada önemli rol oynadığına inanıyor. D vitamini bağışıklık sistemimizi güçlendirmekle kalmıyor, bağışıklık sistemimizin tehlikeli şekilde aşırı faaliyet göstermesini de önlüyor. Backman, “Analizimiz ölüm oranını yarıya indirebileceğimizi gösterdi. Hastanın virüsü kapmasını belki önleyemeyiz ama komplikasyonları azaltabiliriz ve hastalığı kapmış olan kişilerdeki ölümü önleyebiliriz. Bu korelasyon COVID-19’la ilgili pek çok gizemi açıklıyor, çocukların neden bu hastalıktan daha az etkilendiğini de. Çocuklardaki bağışıklık sistemi bizimki gibi değildir. Onlardaki bağışıklık sistemi ikinci basamak savunma sistemidir ve aşırı tepki gösterir.
Backman, sözlerini şöyle bitirdi: “İnsanlar D vitaminini aşırı dozda almamalılar. Bu, negatif yan etkilere yol açabilir. COVID-19 hastalığına iyi gelen dozu söylemek zor. Bulduğumuz bu korelasyon, yaygın bir şekilde D vitamini eksikliği olan Afrikalı Amerikalılar ve yaşlı hastalara da yardımcı olabilir.            
Araştırmayı yöneten Profesör Backman, aynı zamanda Northwestern Üniversitesi’nin Fiziksel Genom Bilimi ve Mühendisliği yöneticisi, aynı üniversitedeki Robert H.Lurie  kapsamlı Kanser Merkezi Araştırma Teknolojisi ve altyapı tesislerinin de yardımcı yöneticisidir.
Çeviren: Esin Tezer


4 Mayıs 2020 Pazartesi

Mutlu Bir Annenin Beyniyle Bebeğinin Beyni Uyum İçinde Oluyor


Anneler ve bebeklerinin beyinleri birbirleriyle etkileşim halinde olduklarından, beyin dalgaları senkronize olarak  “mega bir ağ” gibi birlikte çalışıyorlar! Beyin dalgalarının bağlantı seviyesi annenin ruh haline göre değişiyor. Anneler daha pozitif duygular içinde davrandıkları zaman, bebeklerinin beyinleriyle daha güçlü bir şekilde bağlantı halinde oluyorlar. Bu da, bebeğin öğrenmesine ve beyninin gelişmesine yardımcı oluyor...
NeuroImage adlı bilimsel bir dergide yayınlanan bir araştırmaya göre, annelerin ve onların bebeklerinin beyin sinyalleri birbirleriyle etkileşim halindeyken “Çift EEG (Dual EEG)” diye adlandırılan bir teknikle ölçüldü. Araştırmada, annelerin ve bebeklerin beyin dalgalarının “Kişilerarası nöral bağlantı” denilen etkiyle bebek alfa dalgası aralığı olan 6 ila 9 hertz frekans aralığında senkronize oldukları keşfedildi. Araştırmacılar “Ağ analizi” diye adlandırılan matematiksel metodu kullanarak, kişilerarası nöral bağlantının kalitesi ve yapısına bakarak her bir beyinden bilginin nasıl aktığını ve her iki beynin de birlikte bir ağ olarak nasıl çalıştığını gördüler.
Anneler ve bebekleri, beyinlerinin bağlantıda olduğu pozitif duygusal halde beraber daha fazla zaman geçirme eğilimindedirler. Araştırma, çok göz kontağının olduğu pozitif bir etkileşimin anne ve bebek beyninin tek bir sistem gibi çalışma yeteneğini arttırdığını ispatladı. Bu sonuç da, anne ve bebek arasındaki etkin paylaşımı savunuyor. 
Araştırmayı yürüten İngiltere Cambridge Üniversitesi Psikoloji Departmanı’ndan Dr. Vicky Leong, "Daha önceki araştırmamızda anneler ve bebekleri arasındaki nöral bağlantı güçlü olduğunda bebeklerin de daha alıcı olduklarını ve annelerinden öğrenmeye hazır olduklarını keşfetmiştik. Hayatın bu döneminde bebek beyni son derece değişime açıktır ve bu değişimler bebeğin deneyimleriyle gerçekleşirler. Anne-babalar sosyal etkileşimlerinde pozitif duygusal ses tonunu kullanarak bebekleriyle daha iyi bağlantıda olabilirler ve bebeğin zihinsel kapasitesinin gelişimini arttırabilirler” şeklinde konuştu.
Araştırma sonuçları, bunalımlı annelerin bebeklerinin anne ve bebek arasındaki nöral bağlantı zayıflamış olduğu için daha az öğrendiklerini de ispatladı. Klinik depresyondan (Majör depresif bozukluk) dolayı sürekli ruh hali iyi olmayan veya negatif zihinsel durumdaki anneler bebekleriyle daha az etkileşim halinde bulunmaya meyilliler. Konuşmaları kendilerini bulundukları ruhsal durumdan daha iyi gösteren bir ses tonuyla oluyor, daha az göz kontağında bulunuyorlar ve bebekleri onların dikkatini yakalamaya çalıştığında onlara daha az yanıt veriyorlar.
Dr. Leong sözlerine şöyle tamamladı: "Duygularımız, beyinlerimizin başkalarıyla paylaştığı bilginin şeklini değiştirir. Pozitif duygular, bizlerin daha etkin bir şekilde iletişim kurmasına yardımcı olur. Depresyon, anne ve babanın bebekleriyle ilişki kurma yeteneğini güçlü bir şekilde negatif olarak etkiler. Normalde bağlantı kurmayı geliştiren sosyal işaretler çocuğa daha az görünür olduğundan, çocuk da onu geliştirmesi gereken en iyi bilgiyi almamış olur.”
Erken yaşlardaki anne-babalar ve çocuklar arasındaki duygusal iletişim çok önemlidir fakat bu durumun nöral temelleri hakkında az şey bilinmektedir. Bu çalışma, iki birbiriyle bağlantılı bireyin, yani bebeklerin anneleriyle kişilerarası nöral aktivitelerinin  sosyal etkileşimlerindeki duygusal kaliteden nasıl etkilendiğini araştıran ilk beyin imajlama çalışmasıydı.
Sosyal etkinin bir türü olarak insanlar diğer insanlarla ruh hallerini paylaşırlar. Bu araştırma, iki bireyin nöral seviyede duygularının bağlantıyı nasıl değiştirdiğini gösterdi. Araştırmacılar, bulgularının evli çiftler, yakın arkadaşlar ve kardeşler de dahil pek çok diğer güçlü bağ için de geçerli olduğunu söylüyorlar. Etkinin gücü, insanların birbirini nasıl tanıdığına ve aralarındaki güven seviyesine göre değişiyor.
Çeviren: Esin Tezer